5 Ocak 2014 Pazar

VİPASSANA MEDİTASYONU

Gülin Sarıyiğit 2012

Bilge Köpek,

Sizinle çok etkilendiğim bir deneyimimi paylaşmak istiyorum. Beş gundur vipassana meditasyonu için zekeriyaköy'de bir evde kaldım.Mükemmel bir bahçesi olan 3 katlı bir villada.
Vipassana metidasyonun özelliği, kimse ile konuşmuyorsunuz, sabah erken saatte güneşin doğuşu ile birlikte kalkıyorsunuz, sabah kahvaltısını farkındalıkla yavaş yavaş yiyorsunuz, öğlende aynı şekilde.. Akşam yemek yemiyorsunuz.Butun hareketleriniz yavaş ve buldugunuz her köşede metidasyon yapıp, 6 duyunuzu açıp doğanın seslerini dinliyorsunuz. Burdaki amaç zihni yavaşlatmak,anda olabilmek ve kendi özümüzü duymak, farkındalık kazanabilmek...

İlk girdiğim gün  eve, 12 kişi bu evde nasıl yaşayacağız şimdi dedim. Bana yatmam için 2 kişilik bir kanepe verdiler. Neyse dedim bu da bir deneyim. Hayatta kabul etmek ve esnemekte gerekti. İlk gece kanepede kıvrılarak uyudum. Düşündüğümden daha rahattı. Ertesi gün başka biri gitti. onun daha uzun kanepesine geçtim. Hemen hemen her gun başka bir kanepede uyumak da iyiymiş. :)) Değişikliğe açık olduğunu görmek güzeldi.


Bu sureçte beni ne sabahın erken saatınde kalkmak, ne yemeğı yavaş yemek, ne de akşam yemeği yememek zorladı.  Beni asıl yoran sey meditasyon sırasında, zihnimde hızlıca gecen ve genellikle aynı olan düşüncelerdi. 2.gun daha yavaşladı, 3. gun daha yavaşladı, 4. gun dahada yavaşladı. Ama durmadı. Bunu beklemekte saçmalık olduğunu anladım. 5.gun öfkeli halimden eser kalmamıştı. Yumuşacık olmuştum :))


Vipassanın 4. günü bahçeye dalan,köpekçikle ilgili anımı anlatmak istiyorum. Ben ona bilge köpek diyorum. Bana çok guzel farkındalıklar yaşattı. Herkes huşu halinde meditasyon yaparken bahçeye yavru, sevimlimi sevimli, hareketlimi hareketli bir köpek daldı. Allahım bu kadar hareketli bir canlı etrafımda dolanırken, ben nasıl meditasyon yapacaktım . Birde oyle oyuncuki dibine kadar gelip, ayaklarına yapışıyor. Kendimi ondan korumalıydım. En iyisi evin içinde meditasyon yapmaktı. Ve evde metidasyon yapmaya başladım. Birden bir farkındalık geldi. Bir köpek benim nasılda içeri kaçmama neden olmuştu. Hayatta da tam böyle davranıyordum. Dışarı da bilmediğim, kontrol edemediğim yeni bir şeye karşı verdiğim tepki , dış etkenlerin beni nasıl etkilediğini, nasıl da hemen savunmaya geçip, kabuğuma kapandığımın farkına varmak ve bununla yüzleşmek...Sonra jeff Hocamız bizi her öğleden sonra toplandıgımız bahçede topladı. köpekçik etramızda dolanıyordu. Kendi kendime sordum... Gülin en fazla ne olur ? Köpekçik yanıma gelir, belki beni ısırır en fazla ne olabilirki..Bu kadar korkmamın ne anlamı var ki dedim. Ve herkesle beraber meditasyona oturdum.. Ve biz hepimiz meditasyon yaparken köpekte sakinleşmeye başladı. Benim gözlerim kapalıyken, yanıma geldi, beni kokladı, ayaklarımı yaladı ve benden hiç bir tepki alamıyıncada gitti...Vaaav dedim. İşte bu...Ben merkezimde kaldığım sürece kimsenin birsey yapması çokta mümkün değildi. sadece bakınıp, gidiyorlardı. Evet güçümü almak, asıl onemli olan merkezimde kalmak idi. İnsanların beni bu kadar etkilemesini izin verip, onların hallerine göre şekil almak kendinden, özünden uzaklaşmaktı.

Daha köpeğin bana anlattıkları bitmemişti. Hocamıza bir arkadaş, mutlulugu her zaman yasıyamıyoruz , insanlar hayatımıza çok müdahale ediyor dedi. Hocanın cevabı, mutluluğunu yaşamak senin elinde, önemli olan ne istediğini bilmen gerek dedi. O sırada köpekçik bir arkadasın dibinde sakince oturuyordu, yuzune fazla güneş gelmiş olmalıki, yerinden yavaşca kalktı ve gölgede oturan arkadasın yanına geçti. Sanki arkadasın sorusuna cevap vermişti. Köpek ne istediğini biliyordu. Çok basit bir hareket yaptı. Eyleme geçti o kadar. İşte bu kadar basitti. 

Sonra köpekçik bizimle tekrar oynamak istedi. hepimizi yalıyordu. Birisinin önerisi ona vuralım terbiye edelim oldu. Hocamızın cevabı görüyormusunuz küçüçük köpeğn doğasını kabul etmekte ne kadar zorlanıyoruz, onu hemen şekle sokmaya çalışıyoruz, hayatta da etramızdaki insanları oldukları gıbı kabul etmeyıp şekle sokmaya çalısıyoruz dedi. Evet bu da çok doğru bir gözlemdi. 


Anlıycağınız bilge köpek o gun bize ögretmenliğini yapıp gitti.  Sabah uyandığımızda bahçede değildi. Herkes ve her şey gibi o da hayatımıza dokunup kendi yoluna gitmişti. Hayatta böyle bir sey değil miydi zaten birilerinin hayatına hepimiz girip çıkmıyormuyuz. bazen bazı seylere ve insanlara çok fazlaca tutunuyoruz. Sahipleniyoruz. Her seyin gelip geçiçi olduğunu unutarak. Oysaki bu dunyada misafiriz..Son dönem bende üzerimde çok baskı hissediyordum. Hayatta sahip olduğum çokta bir sey yok diye...Aslında bu köpekçik bana bunun zaten mumkun olmadıgını , aslında en değerli şeyin hayatta iyi ki varsın benim hayatıma dokundun diyen ınsanların sayısının fazlaca olmasıydı...:))) Sanırım bu köpeği hiç unutmuycam...Çünkü benim hayatıma gerçekten dokundu..


Meditasyondan sonra basımda dolu olan cöp kutusunu boşaltmış gibi hissediyorum. Ara sıra buna yapmak gerek...

Birde ne farkettim biliyormusunuz? İnsanlar fazla konuşmayınca daha iyi anlaşıyorlar. 5 gun boyunca 12 kişi aynı evde birbirimizle en ufak sorun yaşamadık... Ne kadar çok konuşma o kadar karmaşa...Az ve öz konuşmak en iyisi sanırım.

Aşçımızdan da bahsetmeden edemiyeceğim. Her öğlen eve aşcı gelip yemeklerimizi yapıyordu. Bir gun dayanamayıp aşçımız, ev sahipimize bahçede metidasyon yapan insanlar ne kadar güzel gözüküyor demiş.. Hepiniz ne kadar güzel insanlarsınız..Halbuki biz aşçıyla tek kelime bile etmemiştik. sade ce ordaki olma halimiz onu etkilemişti. Biliyormusunuz demiş, bende eve gittiğimde karıma bağırarak konuşamıyorum artık sakin ve sessiz konuşuyorum :))))  Yanı biz sadece kendi olma halimizde insanları etkileyebiliyoruz... 

Sizinleden paylaşmak istedim...

Sevgilerimle..

CESARETLE SIRADIŞIYI DENİYORUM






AKIŞA GÜVENMEK


Gülin Sarıyiğit (2009 )




Akışa güvenmeliydim. Ve adım adım hayat amacım yönünde ilerlemeye devam etmeliydim. Kendini başkalarıyla kıyaslamak en tehlikeli şeydi.
 

Dün akşam bir akrabamın çocuğunun doğum günü partisine gittim..Yaklaşık 15 gündür ailemin hemen hemen tüm üyeleri burada olduğu için, senelerdir görmediğim akrabaları görme fırsatım oldu.

Çünkü bir dost mistik olarak önceliğim hiç akraba ziyaretleri olmamıştı. Hatta onlarla olan kan bağımdan dolayı olan zorunlu ilişkilerden rahatsızlık duyardım.

Bu sefer onlarla ilgili önyargılarımı bir kenara bırakıp, onları görmeyi ve  iletişim kurmayı, almaya değil vermeye odaklanmayı seçtim.

Nasıl hissettim derseniz  biraz  şaşkın... Senelerdir tek başına yasayan biri olarak, dayı, hala ve torun, teyzeyi bir arada görmek, herköşeden çıkan sorular, çocukların peşinden koşan anne ve babalar, 3 yasındaki kızı için gideceği lisenin hesabını yapan anneyi dinlemek, çocuklar için yapılan gelecek planları, beni şaşırttı ve kendimi bu kalabalığın içinde biraz yalnız, farklı,oraya ait değilmiş gibi hissettim.

Konuşulan konular bizim bireysel gelişim konuşmalarından çok farklıydı belki ama hayatın ta kendisiydi. 

Bir anda hayatın çok da içinde olmadığını hissettim. İyi bir ilişkinin nasıl olması gerektiği, nasıl davranmam gerektiği hakkında çok şey biliyordum belki ama uygulamada nerelerdeydim?...

Gerçekten de sadece bilmek yetmiyordu..Hayatın içine karışıp, uygulamak gerekiyordu. 

Eyleme geçmek, aşık olmak, sevmek, sevilmek, yeri geldiğinde tartışmak, bir ilişki içersinde kendini var etmek.

Hayatın kenarı köşesinde yaşadığımı ve aslında elimi taşın altına koyup, cesur adımlar atmadığımı hissettim.

Sibel Börekçinin yazısında dediği gibi " ip üzerinde yürürken birden ip yine sarsılmaya başladı" . Sanki hayat amacım olan "İnsanlara şifa vermek ve sevmeyi öğrenerek insanların  hayatına dokunmak," cümlesi sadece  hayalperestlikti.

Sınanıyor olabilir miydim?...

Her zaman umutlu bir insan olarak düşünürken kendimi,  birden bire acayip bir karamsarlığa düşüvermiştim.

Ta ki yanıma bir melek gelene kadar... İkiz kardeşimin kızı 6 yaşındaki İpek..
Yüzüne renkli bir kelebek yapmıştı ve sırtında da balondan yapılmış bir kanat vardı.  Şimdi tam melek olmuştu işte; kanatları da tamamdı.
Bana sarıldı ve dedi ki “Sen benim en sevdiğim teyzemsin, çünkü en eğlenceli teyzemsin,“
Nedense bu cümle bana çok iyi geldi. Belki küçük bir çocuğa sevgiyle dokunabildiğimi hissetmek beni kendime getirdi.
Akışa, hayata güvenmeliydim. Ve adım adım hayat amacım yönünde ilerlemeye devam etmeliydim. Kendini başkalarıyla kıyaslamak en tehlikeli şeydi.

Nasıl da unutuvermiştim... Herkesin yolu farklıydı. Kıyaslayacağım tek kişi yine kendimdim. Bundan dört sene önce nasıl bir insandım? Şimdi nasıl bir insanım.? Bunu düşündüğümde içim huzurla doldu. O günden bugüne işim, arkadaşlarım değişmişti, her şeyden önce ben daha bir bendim. 

Öptüm kendimi, yola devam dedim.

Bir kez daha hayatın getireceği sürprizleri heyecanla kucaklamaya ve su anın keyfine çıkartmaya söz verdim.

Ve hayatımdaki her şey için şükran duydum.

BIRAKMAK


12 Ekim 2009

Sadece bırakmakmış çözümü, bunu farketmem 2 sene mi aldı... Diğer çabalarımın hepsi egomun arzularıymış...,
Bununla yüzleşiyorum bu günlerde... Hani derler yaa " Dağ dağa küsmüş, dağın haberi olmamış " , Herkesin hayatı devam ediyor ve sen takıldığınla kalıyorsun. Bir bakmışsın zaman hızlıca geçip gitmiş.. Sen yaşadığın olayı kafanda beyninde yaşatarak,besleyerek  belki aynı olayı tekrar tekrar yaşıyorsun..Bu kendine defalarca tecavüz etmek gibi bir şey. Sonuçta anı ve yaşamı kaçırıyorsun.

Bir ilşkide kendimi var edememin hazımsızlığını çekmişim, bunu kendime o kadar yediremimişim ki, meydan okumak gelmiş içimden ve kendimi var etmeyi bir  hırsa dönüştürmüşüm..Varlığımı ispat etme çabasına girmişim. İşte bu da egonun allahı...

Bugun bir hikaye okudum ve çok etkilendim.

Hikayede şöyle yazıyordu:

Cherokee kabilesinin yaşlılarından biri torunlarına eğitim veriyordu.

Onlara dedi ki:
- İçimde bir savaş var. Korkunç bir savaş.. İki kurt arasında;

Bu kurtlardan birisi; korkuyu, öfkeyi, kıskançlığı, üzüntüyü,pişmanlığı, açgözlülüğü, kibri, kendine acımayı, suçluluğu, küskünlüğü,aşağılık duygusunu, yalanları, yapmacık gururu, üstünlük taslamayı ve egoyu temsil ediyor.

Diğeri ise; zevki, huzuru, sevgiyi, umudu paylaşmayı, cömertliği,dinginliği, alçak gönüllülüğü, nezaketi, yardımseverliliği, dostluğu,anlayışı, merhameti ve inancı temsil ediyor.

Aynı savaş sizin içinizde de sürüyor ve diğer tüm insanların içinde de.'


Çocuklar anlatılanları anlamak için bir dakika düşündüler ve içlerinden biri büyükbabasına;

 - Hangi kurt kazanacak?, diye sordu.

Yaşlı Cherokee kısaca cevapladı;

- BESLEDİĞİNİZ.


Evet ben de tam olarak, pişmanlığı ve suçluluk duygusunu, yani egoyu beslemişim.

Elime ne geçmiş? Şimdi sanki kendimi bir savaştan çıkmış gibi hissediyorum. Yorgun ama aynı zamanda bırakmanın verdiği hafifleme duygusu... Hayatımda yenı ye yer acacak boşluğa yenı kavuştuğumu hissediyorum. Kafam geçmişteki yasadığım acıyla o kadar mesgulmüş ki uzunca bir süre körler gibi yasamısım. Herkesin kendi realitisini yaşadığı ne kadar da doğru.

Acı dayanılmaz hale geldiğinde ve hayatımın her alanı bu bağımlılık duygusundan tıkandığı noktada 'artık yeter' diyebildim. Hem bedenen, hem madden, hem de manen yasamının her alanında kabızlık çekiyordum.

Halbuki çözüm ne kadar da basitmiş... Sadece bırakmak , herseyi olduğu gibi kabul edmek, yasadığım deneyimlerden ders çıkartıp, kendi değerinin farkında olmak, iyimserlikle hayatındaki güzel şeylere odaklanmak..

Geçmişimi bırakacak kadar seviyorum artık..

Zevki, huzuru, sevgiyi, umudu paylaşmayı, cömertliği,dinginliği, alçak gönüllülüğü, nezaketi, yardımseverliliği, dostluğu,anlayışı, merhameti ve inancı besliyorum.




BU KIZI YENİDEN BÜYÜTMELİ


Gülin Sarıyiğit 

09 Haziran 2009

Bazen zorlandığı oluyordu, ama kendi hayatına sahip çıkmanın verdiği özgürlük duygusu sıkıntılarını aşmasına ve güçlenmesine neden oluyordu.

kızın sevgilisi vardı. Üç aydır beraberdiler. Ailesi tanıştırmıştı sevgilisiyle. Otuz yaş, ciddi bir yaştı ailesi için. Kızları için endişeleniyorlardı. Onlara göre evde kalmıştı. Dört kız çocuğunun en sonuncusuydu. Diğerleri bir şekilde yuva kurmuştu. Ama bu farklıydı diğerlerinden. 

Babası ona bazen ''Uzaylı Cevriye'' derdi. Kızının evlenmesini çok istiyordu ama bir yandan da Uzaylı Cevriy'nin erkeklerle kolay kolay yapamayacağına inanıyordu.

Asiydi bu kız. Ev işinden de anlamıyordu. Ona göre sıkıştı mı kocayı da boşardı. Kızını evlendirmeden ölürse gözü açık gidecekti. En büyük endişesi kızının koskoca İstanbul'da kurda kuşa yem olmasıydı. Etrafta güvenilmez bir sürü adam vardı.

Kızsa anlam veremiyordu babanın bu endişelerine...

Asıl evlenirse hep evde kalmış olmuyacak mıydı?

Hayatta deneyimlenecek, öğrenilecek, gezilecek, yapılacak onca şey varken evlenmenin ne acelesi vardı ki ! Hem kız taşrada büyümüştü. İstanbul'a da okumaya gelmişti. Onun için her şey o kadar başkaydı ki.

Bazen büyüleyici bir güzellikte, bazen de arkadaşlarının konuştuklarını bile anlayamadığı bir ortamdı burası. Flört etmek çok normaldi. Onun için anormal olan şeyler burada çok normaldi.

Üniversitede kimse ile beraber olmaya cesaret edemedi. İş hayatına atıldığında bir iki flörtü olmuştu işte, babası ise evlenmekten bahsediyordu.

Daha o aşkı, sevgiyi doyasıya yasamamışken görücü usulüyle  birisini çıkartmışlardı karşısına.

Ve gittikçe baskılar artmaktaydı üzerinde. İkiz kardeş de evlenmişti bir kaç sene önce. İkiz kardeş evlenince öbürkü de evlenmeli idi. Nedense onları iki bedende tek çocuk gibi düşünmekteydiler hep. Sürekli birbiriyle karşılaştırırlardı.

Ne yapacaktı şimdi! Kendisi sakin durmaya çalışsa da vücudu tepki vermeye başlamıştı bile. Yüzü sivilcelenmiş, doktorların adını bile koyamadığı bir hastalığa tutulmuştu.

Doktorun biri ona şöyle demişti "Sana bir kötü, bir iyi haberim var ,"  kız heyecanla doktoru dinliyordu. ''İyi haberim ölmüyorsun, kötü haberim sürüneceksin, normal bir insan gibi hayatını sürdüremeyeceksin.''

Kız şaşırdı. Ağlasa mıydı, sevinse miydi bu da ne demek oluyordu şimdi.

O noktada bir seçim yapmalıydı, bu hastalığa yenik mi düşecekti, yoksa meydan mı okuyacaktı.

Hayat seçimlerden ibaretti ve kız hastalığa meydan okumaya karar verdi.
Sonrasında ise bu hastalığının varlığına şükredecekti. Çünkü bu hastalık onun kendi olma yolunda ilk adımları atmasını sağlayacaktı.



Tek başına yaşamaya başladı. Bazen zorlandığı zamanlar oluyordu, ama kendi hayatına sahip çıkmanın verdiği özgürlük duygusu bütün sıkıntılarını aşmasına ve güçlenmesine neden oluyordu.  Sevgiliyi de terk etti.
Elbet bu hastalığın üstesinden de gelecekti.  Okumaya ve araştırmaya başladı.  Araştırırken karşısına Louse Hay’in “Düşünce Gücü ile Tedavi “  kitabı çıktı. Hastalığının nedeni ne kadar da uyuyordu.
Zaman içersinde daha iyi anlayacaktı asıl sorunun kendini hiç tanımamasından, kendinden kilometrelerce uzakta olmasından kaynaklandığını…
Sezen Aksu'nun ''Farkındayım'' şarkısındaki sözlerindeki gibi bu kızı yeniden büyütmeliydi.
Ne gemiler yaktım
Ne gemiler yaktım
O kadar yandı ki canım
Sonunda karşıdan baktım
Ne göreyim kendime yıldızlardan daha
uzaktım

Bu kızı yeniden büyütmeliyim
Kor ateşlerde yürütmeliyim
Değirmenlerde öğütmeliyim
Farkındayım
Farkındayım

Bireysel gelişim eğitimlerine ve meditasyon yapmaya başladı. Her geçen gün kendine daha da yakınlaşıyordu.
Büyüdükçe kız hastalık da kendiliğinden geçmişti… Ama o hala kendi olma ve içindeki en iyi versiyonunu çıkarma yolculuğuna devam ediyordu.

DUYUYORMUSUN BENİ

Gülin Sariyiğit Mayıs 2009
Ne zamandan beridir duymuyorum onun sesini, ihtiyaçlarını yok sayıyorum. O, "İnfilak ediyorum ne zaman duyacaksın beni,''  diye bağırıyor.
Bugünlerde bedenim benimle dost değil... Duy beni artık, diye sinyaller veriyor.

" İnfilak ediyorum ne zaman duyacaksın beni!'' , diye bağırıyor.

Ne zamandan beridir duymuyorum onun sesini, onun ihtiyaçlarını yok sayıyorum.

Bedenim bana ne söylemek istiyor?

Bedenimde yarattığım ağrılar gerçek sorundan kaçış mı yoksa?
 
Peki görmek istemediğim bucak bucak kaçtığım gerçek sorunum ne?

Sırtımdaki ağrılar neden olabilir?

Midem neden bu kadar yanıyor ?

Başım neden çatlıycak gibi ağrıyor ?

Kuyruk sokumum niye varlığını bana sürekli hissettiriyor ?

Neye direnç gösteriyorum ?

İçime sordum cevabını.. Benimle konuştu bedenim:

Ne kadar acı cektiğini söyledi..

Sırtındaki yükleri ne zaman atacaksın?

Ne zaman geçmişi herşeyiyle kabul edip, geçmişi sevgiyle kucaklıyacaksın?

Ne zaman anda olacaksın?
 
Ne zaman hayatı akışına bırakacaksın?
 
Ne zaman tanrının desteğinin hep yanında olduğunu göreceksin?
 
Ne zaman içindeki gücün farkına varacaksın?
 
Ne zaman kendine ve hayata güveneceksin?
 
Ne zaman kalbini sevgiye açacaksın?
 
Ne zaman kendini suçlamaktan vazgeçip, kendini affedeceksin ?
 
Ne zaman kendine ve başkalarına anlayışlı olacaksın ?
 
Ne zaman kendini yargılamaktan vazgececeksin?
 
Ne zaman kendi değerinin ve biricikliğinin farkına varacaksın ?
 
Ne zaman kendini ve hayatı kucaklıyacaksın ?
 
Ne zaman kendini ve başkalarını herşeyiyle kabul edeceksin ?
 
Ne zaman bana sevgi ve sefkatle davranacaksın ?


Duydum bu sefer onu... Bütün yüreğimle hissettim...

ŞİMDİ ŞİMDİ! diye haykırdım. .. Dokundum.  Sevdim onu…

Bedenime ve kendime artık onun sesini hep duyacağıma dair  söz verdim…

İÇİNE DÖN

Gülin Sarıyiğit
31 Temmuz 2009

Birisiyle yalnız kalmamak için beraber olmak, yalnızlığını daha da büyütmekten başka bir işe yaramamıştı.
Kadın, sevgilisinden yeni ayrılmıştı...

Yaklaşık bir buçuk senedir beraberdiler. Nasıl olmuştu da bu hale gelmişlerdi. Oysa ne de çok sevmişti sevgilisini . Ne kadar kızsa da, ona baktığında suratındaki o sevimli, sevecen bakışı gördüğünde bütün kızgınlıklarını unutuverirdi.

Bu erkekte kesin şeytan tüyü vardı.  Fakat son zamanlarda hiç de böyle olmuyordu. Erkeğin her davranışı batmaya başlamıştı... Yemek yiyişi bile. Konuştuğu her şey saçma sapan, palavra gibi geliyordu.

Onu bu kadar uzaklaştıran ne idi? 

Bunun sebeplerini çok sonra,  kendiyle yüzleşmeye cesaret ettiği zaman anlayacaktı.

Sonra... Kadın yurt dışında bir iş bularak, sevgilisinden uzaklaşmak istedi. İlişkilerini düşünmeleri gerektiğini söyledi.

Dört ay sonra kadın geri geldiğinde her şey değişmişti ilişkilerinde. Erkek eskisi gibi sevecen bakmıyordu artık. Hatta sürekli gözlerini kaçırıyordu. 

Kadın yüreğinde tarif edemediği bir acı hissetti. Sanki erkeğin söyleyeceği şeyi hissetmiş gibiydi. Başkasına âşık oldum, diyiverdi erkek. Kadın önce öfkelenmiş, sonrasında da bütün bu olanları anlamaya çalışmıştı. Bir yandan sevgiliye 4 ay duyulan özlem, bir yandan ihanete uğramışlığın verdiği öfke...

Karman çorman oluvermişti.

O öfkeyle şöyle demişti. "Önüme çıkan ilk erkekle beraber olacağım! ". O zamanlar sözlerin duygularla ve kalpten söylendiğinde  o kadar etkili olduğunu bilmiyordu.

Gerçekten de bir aya kalmaz başka bir sevgilisi olmuştu. Kadın çok da seçici davranmamıştı. Amaç bir şeylerin intikamını almak değil miydi.
Hâlbuki öfkeyle kalkan zararla otururdu. Bunu yeni ilişkisini deneyimlerken daha da iyi anlayacaktı. Kadının içindeki o tarif edilemez boşluk daha da büyüyordu.

Birisiyle yalnız kalmamak için beraber olmak, yalnızlığını daha da büyütmekten başka bir işe yaramamıştı.

İki kişilik yalnızlığına daha ne kadar devam edebilirdi ki?!..

Ayrılmaya karar verdi...  Hayatında sürekli olarak doyum almadığı ilişkiler oluyordu. Hata HEP ERKEKLERDE OLAMAZDI.

Daha fazla suçlayarak nereye varabilirdi ki?!...

Sonuç ortadaydı!

Hayatında yalnızlık, mutsuzluk ve acı vardı.

Bazen insan sadece kendinin değişmesi gerektiğini dibe vurmadan fark edemiyordu.

Hayatının kısır döngüsünü çözmenin bir yolu olmalıydı. Arkadaşları sürekli İÇİNE DÖN diyorlardı.

İnsanın içinde ne olabilirdi ki?...

Çözümleri sürekli dışarıda aramak körleştirmişti onu. Mutluluğu kendinin dışında her şeye bağlıydı: İyi bir işi olursa, sevgilisi olursa, parası olursa, gezerse..vs.

Durum hep şartlara bağlı olunca da kadının kırılganlığı artıyordu. Hayatın zor anlarında ayağa kalkması kolay olmuyordu. 

Güçlenmek gerekiyordu?...

Ama nasıl?...


Önce, hayatında her şeyin değişebileceğine “GÜÇLÜ BİR İNANÇ ” gerekiyordu. Sonrasında ''ÇÖZÜME ODAKLANIP, EYLEME GEÇMEK”.

Okumak ve eğitime gitmekle başladı işe. Bu, sandığı kadar kolay ve kısa bir süreç değildi. Gelişmek ve büyümek uzun ve meşakkatli bir yolculuktu.  Kendinin karşısına geçip, kendine karşı dürüst olmak, cesaret, azim ve kararlılık gerektiriyordu.

Yaşadığın her şeyi kendinin yarattığını kabullenmek ve bunu hazmetmek zaman alıyordu.

Eski Sevgililerin aslında sadece aynalık yaptığını, sadece kendine tanımak için ortaya çıktığını, cevapları kendinde aramaya başladığında anlamıştı.

İşte buydu İçine dönmek...
Kendini korumak amaçlı yarattığı maskeleri bir bir keşfetmek, sonra onları tek tek cımbızla büyük bir özen ve hassasiyetle ayıklamaktı.

Kendi özüne yaklaştıkça kadın, başkalarına ve şartlara bağlı olan mutluluk anlayışı da değişiyordu.

Bu süreçte kendisiyle baş başa kaldığı “sessizlik anları” ona çok yardımcı olmuştu.

Çok yeni bir şey keşfetmişti kendisi için... Bu sessizlik anlarında zihninde hiç susmayan hesaplaşmalar duruvermişti.

Sessizlikte  tarif edemediği bir huzur, dinginlik vardı.

Eskiden yalnızlığından sıkıldığı için girmek istemediği evine koşa koşa gelir olmuştu.

Evrenle bir olduğunu hissetme halini ancak kendisiyle başbaşa kalınca deneyimliyordu...

Kaynağa dönmek, içine dönmek dedikleri şey bu olmalıydı.

Dışşal şartların iyiliğine olan ihtiyacı azalmıştı.

Artık  mutluluk içten dışa doğru geliyordu... Böyle olunca çevresindeki her şey değişiyordu. Arkadaşları, işi, doyum aldığı şeyler. Etrafına da faydalı olduğunu hissediyordu. İnsanlar ona doğru çekiliyordu.
Yolculuk daha zevkli bir hal alıyordu. Ve UMUT ve İNANÇ hep yanındaydı.
Biliyordu ki, her gün yeni bir başlangıçtı ve her geçen gün kendi özüne daha yakınlaşıp, çoğalıyordu.

İKİZİM VE BEN




Gülin Sarıyiğit
03 Aralık 2008

Yaşam seçimlerden ibaretti. Biz de seçimimizi yapmıştık. Bundan sonra yollarımız o kadar farklı yönlere gidecekti ki..
Biz dört kız kardeşiz. Babam ve annem oğlan çoçuk olmamızı çok istemişler. Tanrı  onlara ders vermek istemiş olacak ki üçünçü cocugu oğlan beklerken ikiz kız çoçukları dünyaya gelmiş. Onlardan biri de benim.

Biz birbirine hiç benzemeyen ikiz kardeştik. Ne fiziksel özelliklerimiz, ne de karakterlerimiz. Ama sürekli beraberdik. Okula başlayana kadar adımız bile tam yoktu.

Ben ikizkardeşime göre çok daha iri yarı idim. İkizkardeşim ise ufak tefek bir çoçuktu. Evde beni totos, ikizkardeşimide civciv diye çağırırlardı. Okula başladığım ilk günü  hiç unutamam anneme " Benim adım ne ?" diye sormuştum. İkizkardeşim de bilmiş bir tavırla "Benim adım Pelin, senin adında Gülin kızım," demişti. Hiç o anı unutamam. Aslında bu cümle sonrasında  ikizkardeşimle benim aramızdaki dinamiği çok güzel açıklayacaktı.

Yıllar hızlı bir şekilde akıp gidiyordu. Biz  ilkokul, ortaokul, liseyi hiç ayrılmadan bitirdik. Fakat çok anlaştığımız söylenemezdi. Birimiz ne kadar sakinsek, öbürümüz o kadar aceliciydik. Birimiz ne kadar yumuşaksak, öbürkümüz o kadar öfkeliydi. Birimiz kontrol eden, birimiz kontral edilendi. Birimiz ne kadar düzenliyse , öbürkü o kadar dağınıktı. Birimiz ne kadar becerikliyse, ötekimiz o kadar beceriksizdi. Birimiz tamamen sol beynimizi, birimiz de tamamen sağ beynimizi kullanıyorduk. Birbirimizi tamamlayan tek vücut gibi yaşadık senelerce.. Şarkılarda bir söz vardır ya ne senli, ne sensiz oluyor. Üniversiteye hazırlanırken artık yollarımızı ayırmak istedik. Tek başımıza var olmak istedik.

Yaşam seçimlerden ibaretti. Biz de seçimimizi yapmıştık.
Bundan sonra yollarımız o kadar farklı yönlere gidecekti ki..


Ben İstanbul'da Üniversiteyi bitirdim. O da Ankara'da. İkizkardeşim köylerde öğretmenlik yapmaya gitti. Ben de yurtdısı şantiyelerinde mühendislik. Hayata bakışımız ve algılıyasımız gittikçe farklılaşıyordu. <


Ben korkularımın üzerine gidip, kendimi tanıma, hayat amacımı bulma yolculuğunda ilerlerken, ikizkardeşim ise daha cok korkularıyla hareket edip, ailemin ve toplumun istediği şekilde ilerlemeye devam etti. Herkes kendi seçimini yapmış ve kendi yaşamının sorumluluğunu almıştı. Her ikimiz de seçimlerimizin bedellerini ödüyorduk.

Fakat bir yandan da ilginç bir duygu vardı içimde. Sanki hep bir parçam eksik gibiydi. Sürekli tamamlanmak ihtiyaçı duyuyordum. Farkettim ki sevgili olarak seçtiğim erkekler ve en yakın dostlarımın çoğu özelliği ikizkardeşime benzemekteydi. Kendi geliştiremediğim tarafımı dışarda arıyordum. Tıpkı sevgiliye duyulan bir bağımlılık gibi.

Zaten sevgililerimle ilşkilerimde hep bağımlı ilişkiler oldular. Bunu farkettiğim günü hiç unutmam. Bütün gün ağlamıştım. Kendi kendime tamamlayamadığım o eksik parçam için... Yasımı tutmuştum.

Biliyordum ki iki yarım insandan bir tam insan çıkmıyordu.

İşin ilginç tarafı o eksik parçamı kabullendiğimde, ikizkardeşimi de olduğu gibi kabullenmeye başladım. Ve onunla olan ilişkimiz büyülü bir şekilde düzelmeye başladı.

Sevgi, karşındakini herşeyinle olduğu gibi kabul ile başlıyordu.

Ve sevgiyle yaklaştığında bir insana, karşındaki kişi  savunma mekanizmlarını bırakıp yüreğini açıyordu. İkizkardeşim de yüreğini açmaya başlamıştı.

Aramızda belki ilk defa bu kadar gerçek bir ilişki yakalamıştık. Farkettik ki ikimizin de birbirimizin hayatına özenen tarafları vardı. O benim gibi özgür olmak isterken, bende şimdilerde onun gibi bir ailem bir yuvam olsun istiyordum. Aslında gerçek çözüm hem hem yasasıydı. Hem özgür oldugunu hissedip, hem de bir yuvan olması.

Peki şimdi ne yapacaktım?  Önce bu eksik taraflarımı kabullenmekle başladım. Ve çözümleri dışarıda aramaktan vazgeçtim. Eksik tarafları yazıp, bunları geliştirmeye odaklandım.

Hala da yoldayım...

Biliyorum ki kendi içimdeki o bütünlüğü, dengeyi  sağladığımda çok güzel, bağlı bir ilişkiye ve yuvaya  kucak açaçağım.

Her çözüm içimizde..

İSYAN MI? TEKÂMÜL MÜ?

GÜLİN SARIYİĞİT 2008

Bir arkadaşım geçenlerde bir arkadaş toplantısında şöyle bir soru sordu.

Çevreme baktığımda hiç bir bireysel gelişim eğitimi almadan, hiç bir psikologa gitmeden, ya da enerji çalışmalarından haberi olmadan, çokta mutlu olan insanlar var. Kendi arkadaşlarıma baktığımda hepsi farklı zor deneyimlerden geçmiş, bu yaşına gelmiş hala bekâr, çoluk çocuğa karışmamış insanlar. Neden böyle diye sordu?

Daha önce böyle bir soruyu hiç düşünmemiştim. NEDEN sorusu bana biraz HAYATA KARŞI İSYAN’I çağrıştırdı.


Acaba sorulması gereken soru  "NEDEN" sorusumuydu. Neden'de başkalarıyla kendini kıyas vardı. Kendi biricikliğine saygısızlık vardı. Herkesin başparmağının izi bambaşka ise, bu dünyada varoluş sebebi bambaşka idi. Herkesin tekâmülü için bu dünyadaki gerekli olan deneyimler farklıydı. Birisi için mutlu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmek, ya da yuva kurmak gerekli ise diğeri için belki de eğitimlere gitmek gerekliydi. Önemli olan olanı olduğu gibi kabul edip, " Su an mutlu olmak için kendim için ne yapmalıyım, bu mutsuz olduğum halden çıkmak için kendime nasıl davranmalıyım" sorusu değilmiydi? Hayat olaylara verdiğin tepkiden ibaret değ ilmiydi ?
Hem "mutluluk" kavramı o kadar Görelecidir ki. Aslında mutluluk kiminle olduğunuzla, ya da evli olup olmadığınızla yani dışsal hiçbir etkene bağlı değildir.

İçten dışa doğru yayılan bir duygudur mutluluk.
Etrafa sıcacık yayılan, ışığıyla herkesi aydınlatan bir duygudur mutluluk.
Her şeyden önce, kendini sevmekle başlar mutluluk.
Yaşadığın her andan zevk almak ve anda olmaktır mutluluk.
Her yasanını olduğu gibi kabul edip, yasadığın her olayı bir deneyim olarak alıp yoluna devam etmektir mutluluk.
Hayata sevecenlikle yaklaşmaktır mutluluk.
Bardağın hep dolu tarafını görmektir mutluluk.
Bir bakış açısıdır mutluluk.
Bir seçimdir mutluluk.
Belki de kendini sevmeyi öğrenmek için böyle ailelerin çocuklarıyızdır ve bu yüzden bir araya gelip birbirimizi destekliyoruzdur dedim arkadaşıma…

Kuantuma göre de öyle değilmidir? Aynı titreşimdeki, aynı frekanstaki insanlar birbirini çeker. Belki tekâmülüz için bu yolda beraber yürümemiz gereklidir, Tekâmülümüz tamamlandığında yollarımız ayrılacaktır. Hayatımıza yeni yollar, yeni insanlar girecektir. Sonuçta bu hayatta her şey gelip geçici değil mi?



" Bu da gelir, bu da geçer " lafını çok severim.

Her şey kendini kabul, hayatını kabul, kendini sevmek ve kendine ve hayatına inanmaktır.

Gördüğümüz her şey bizim bir tezahürümüz...Biz içten değişimi yasadığımızda, frekansımız yükseliyor, kendimiz için en hayırlısını hayatımıza daha çok çekiyoruz..

Biz neysek hayatta o dur.